19 Nisan 2012 Perşembe

makarna | ATATÜRK DİYOR..Kİ (ALINTILAR)


Atatürk diyor ki:
 
''Milletimizi esir etmek isteyen düşmanlarımızı behemehal mağlup edeceğimize
dair olan güvenim bir dakika olsun sarsılmamıştır.''
 
                                                                                       Mustafa Kemal ATATÜRK
 
İnönü diyor ki:
 
''Devletimizin bânisi ve milletimizin fedakâr, sadık hâdimi, insanlık idealinin
âşık ve mümtaz siması, eşsiz kahraman ATATÜRK; vatan sana minnettardır.''
 
                                                                                                           İsmet İNÖNÜ
 
GÜNÜN TARİHİ :
 
91 yıl önce bugün (31 Mart 1921) İsmet Paşa kumandasındaki ordularımız,
düşman karşısında İkinci İnönü Zaferini kazandı.
 
 
(Saatli Maarif Takvimi'nin 31 Mart Cumartesi günkü yaprağından)
 
 
Atatürk diyor ki:
 
''Bu vatan çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya lâyıktır.''
 
                                                                          Mustafa Kemal ATATÜRK
 
 
(Saatli Maarif Takvimi'nin 3 Nisan Salı günkü yaprağından)
 
Atatürk diyor ki:
 
''Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarının ilkesi şu iki esastır:
 
Tam bağımsızlık, kayıtsız-şartsız ulusal egemenlik.''
 
                                                                                    Mustafa Kemal ATATÜRK
 
DENİZ ŞEHİTLERİ GÜNÜ :
 
59 yıl önce bugün (4 Nisan 1953) Dumlupınar denizaltı gemimiz, saat 02.45'de
Çanakkale Boğazı, Nara Burnu önlerinde Naboland adındaki İsveç şilebiyle
çarpışarak batmıştı. O zamanki koşullarda yapılan kurtarma çalışmalarının
sonuçsuz kalması üzerine, kendilerine kurtarılamıyacakları bildirildiğinde,
kahraman denizcilerimiz: ''Vatan sağolsun'' diyerek şehit oldular.
Bu acı kazada 81 denizcimiz şehit olmuştu. Deniz Kuvvetleri tarafından her yıl
4 Nisan günü ''Deniz Şehitleri''ni hatırlama günü olarak anılmaktadır.
Deniz ve diğer tüm şehitlerimizin ruhları şad olsun.
 
 
(Saatli Maarif Takvimi'nin 4 Nisan Çarşamba günkü yaprağından)


 

 DÖRDÜNCÜ MURAT  
Geçen yıl bir arkadaşa e-mail olarak gönderilmiştir.
 
Ağabeyi Genç Osman'ın (18 yaşında) 1623 yılında yeniçeri zorbaları, saraylılar, ulema koalisyonu tarafından alçakça, namussuzca ve de kalleşçe tahttan indirilip öldürülmesi üzerine 11 yaşında, o zamanki dünyanın en büyük devletinin başına geçti. Ağabeyinin başına geleni bir gün bile unutmadı. Lehinde ve aleyhinde olan her Allahın kulunu aklında tuttu. Taki ondokuz yaşına gelene kadar.
Yeniçeriler bir gün gene sudan bahanelerle sarayın iç avlusuna doluşup olur olmaz şeyler talep ettiler ve padişahın gözleri önünde çok sevdiği Hafız paşayı katlettiler
Alçakların başı olan sadrazam Recep paşayı birkaç gün sonra saraya çağırttı ve kendisine şöyle hitap etti;
- Gel beru bre topal zorbabaşı, Recep paşanın bir ayağı sakattı. Padişah ilk defa kendisine bu şekilde hitap ediyordu. Aklı başından gitti. Bundan sonra olacakları sezinlemişki kendini padişahın ayakları dibine attı;
- Haşa hünkarım, ne ettiysem senin emrinle ettim,
- Sus bre vastak (topal), söyletmen şu zalimi, tiz başın kesin; demesi üzerine saray görevlileri Recep paşanın üzerine çullanıp hemen oracıkta "işini tamam ettiler". Pis leşini de o güne kadar her zaman sarayın kapısında bekleyen adamlarının önüne attılar.
Artık zarlar atılmıştı. Dördüncü Murat derhal yeniçeri ağalarını, ulemanın ileri gelenlerini sarayda toplantıya çağırdı ve onlara çok etkili bir konuşma yaptı. Devletin elden çıkmakta olduğunu bir güzel anlattı. Bundan sonra arkasından dolap çevirmeyip kendisine yardımcı olmalarını istedi, söz verdiler,
- Vallah mı, billah mı dedi.
Önce ortalığı karıştırıp kendisine hep çocuk muamelesi yapan annesi Kösem Sultanı eski saraya (Beyazıtta bugünkü üniversite binasının yerinde) sürdü.
Ağabeyi ve lalasının katlinde dahli olanları birer, birer hakladı.
Sonra bir kış günü Bursa yöresinde ava çıktı. Sırf güç gösterisi olsun diye civardaki yolların bakımını yaptırmadığı bahanesiyle İznik kadısını kasabanın Lefke (Osmaneli) kapısında astırdı. O güne kadar Osmanlıda suçlu da olsalar kadı ve din adamları idam olunmaz, ancak başka yere sürülürdü.
Olay İstanbulda hemen duyuldu. Gafil şeyhülislam da padişahın annesine bir şikayet mektubu yazdı. Padişahın annesi de mektubu hemen padişaha ulaştırdı. Mektubu okuyan Murat atını tepikledi. İznik gölü ile Karamürsel arasındaki Samanlı dağlarını bir gecede aştı. Ertesi gün çok bozuk bir havada kayıkla Gebze sahiline çıktı. Tabii adamlarının temin ettiği yeni atlarla ver elini İstanbul. Gelir gelmez şeyhülislamı astırdı. Muhalefet diye kimse kalmamıştı etrafta.
Bir zaman sonra orduyu alıp Revan seferine çıktı. Amma ne sefer. Ordu önce Teke vilayeti denen bugünkü Isparta, Burdur, Antalya yörelerine geldi. İstanbulda namı duyulmuş nekadar eşkiya, ağa, zorba varsa yakalanıp huzura getiriliyor, kısa bir sorgulamanın ardından kelleler uçuruluyor.
Sonra daha yukarılara, sonra daha aşağılara gidilerek önce tabiri caiz ise mekik gibi dokuyarak Anadolu bir güzel temizleniyor.
Sultan Murat sefer yolunda devleti temsil ettiği için otağ çadırını kurdurur, fakat geceleri aynen askerler gibi otağın kapısında üstüne battaniyesini çeker uyurmuş. Çok güçlü ve sportmen bir adammış. Arpaçayı geçerken süvarilerden biri atından düşüp padişahın yakınına sürükleniyor. Askeri at üzerinde ensesinden yakalıyor, birlikte karşı kıyıya çıkarıyor. Bu tarz güç gösterileri askerlerin çok hoşuna gidiyor ve çok sert bir padişah olmasına rağmen onu kendilerinden biri olarak görüyorlarmış.
Ben Sultan Dördüncü Murat'ı çok severim. Yılmaz Öztuna'nın beyanına göre Osmanlı Devletinin ikiyüzelli yıl daha yaşayabilmiş olması onun sayesindedir.
Maalesef 1640 yılında yirmidokuz yaş gibi çok genç yaşta hastalanıp ölmüş. Çok içmekten diyenler var. Allah günahlarını affetsin.




 BATI'NIN TÜRK'LE DANSI ! Özcan PEHLİVANOĞLU  

 
Batı dünyası, Türkiye ve Türk Milleti hakkındaki gerçekleri bizden daha iyi biliyor. Yani bizi bizden daha iyi tanıyor.
Yıllardır Datça'ya gelir giderim. Allah'ın nimetlerini hiç esirgemediği dünya cennetlerinden biri de; Datça'dır.
Datça'nın bulunduğu yarımadanın son noktasında, tarihi milattan önce 2000'li yıllara kadar dayanan, antik kent Knidos bulunur.
Bizim daha dün olanlardan haberimiz yok ve Anadolu henüz bizim tarafımızdan bilinmez iken, İngiliz Charles Newton 1856 – 1858 yılları arasında, İngiltere'den çıkıp Knisdos'a gelir ve 2 yıl boyunca kazı yapar.
Pakize Suda eline mikrofon alıp, Türk halkının arasında dolaşsa ve "Knidos nedir" diye sorsa %99'umuzun ne cevap vereceği şimdiden bellidir.
Sadece bu mu? Anadolu'yu ve halkımızı tanımamazlık, Cumhuriyet Dönemi'nde de devam eder. Charles Newton'dan sonra yine bir yabancı, bayan Amerikalı Prof. Cornelia Iris Love, Datça'da Knidos'a, 1968 – 1973 yılları arasında kazı yapmaya gelir.
Bu yabancılar gelene kadar, Knidos neredeyse tamamen toprak altındadır. Peki bu İngiliz ve Amerikalı orada bir antik şehrin bulunduğundan nasıl haberdardı?
Keza İtalyan Papaz Maurizio Garzoni, Türkiye'nin güneydoğu bölgesine 1768'de gelir ve 18 yıl boyunca oralarda gezer. Aramızda kavga çıkartacak nedenleri tıpkı barış gönüllüleri gibi tespit eder ve Roma'ya dönerek 1787 yılında ilk kürtçe grameri, kitap olarak basar. Acaba birilerinin, fitnenin en kolay çıkartılacağı yerin, o topraklar olduğu konusunda önceden bilgisi varmıydı?
Yine XIX. yüzyılda Türkiyemizin sahip olduğu madenler, her nedense (!) yabancılar tarafından keşfedilmiş ve onlara tanınan imtiyazlarla da işletilmiştir.
O dönemde halk, bugüne benzer bir şekilde; tarlasında çiftçi, ormanda işçi olarak, ürettiği malın tüccarı değildir. Mallarını işlenmemiş olarak satmakta, buna karşılık işlenmiş ürünler almaktaydı. Bu durumdaki bir halkın, madenlerine sahip olmak ve işletmek gibi bir sorunu olamazdı. Peki bizi yönetenler ne ile meşguldu?
Yakın bir zamanda, böyle bir maden varlığımızın olduğu Fethiye'ye gittim. Fransız maden şirketinin hikayelerini dinledim. Kimine göre Fransa, üç dört yüzyıllık krom madenini Fethiye'den çıkardıkları ile ülkesinde depolamıştı. Cumhuriyetin bile bu imtiyazı, süresinin bitimine kadar engelleyemediğini anlattılar. O dönem Fehiye coğrafyasına ulaşmak neredeyse imkansız gibiymiş ama Fransızlar ulaşmış ve kromun kaymağını yemişler. Kervan geçmez, kuş sekmez, bataklık bir Fethiye'de onca mahrumiyete rağmen Fransızların kalması bana göre paradan başka idealleri gerektirir. Hatırlatalım ki; Türkiye'de 1848 yılında kromu bulan ilk kişide Lavrens Smith adında bir yabancıdır. Türkiyemizdeki ilk madenleri işletenlerinde Avusturya, Hollandalı, İngiliz ve Amerikalılar olduğu görülür.
Benim ısrarla üzerinde durmak istediğim nokta, Batı dünyasının ve özellikle kilise gücünün, milletimiz ve üzerinde yaşadığımız coğrafya hakkında, bizim bilmediğimiz bilgilere sahip olmasıdır. Kanaatimce bu bilgiler Vatikan'ın gizli arşivlerinde saklanmaktadır. Peki bu bilgiler nasıl elde edilmiştir?
Örneğin dini eğitim yanında, felsefe ve arkeoloji eğitimide gören cizvit papazı Giambattista Toderini 1781'de Venedik'ten İstanbul'a gelir. 1786'ya kadar Türk kültürü üzerine kapsamlı araştırmalar yapar, yazma ve basma kitaplar, astronomi ve coğrafya ile ilgili aletler, eski paralar toplar ve Venedik'e dönüşünde bunları bir kitap olarak yayınlar. Acaba halk olarak, biz o tarihte nelerle meşgulduk?
Toderini ve onun gibi yüzlercesinin Türk topraklarına tesadüfen geldiğini ve uzun yıllar buralarda tesadüfen kaldığını kabul etmek mümkün değildir. O ve onun gibiler bir gaye uğruna gelerek ülkemizde planlı bir şekilde yaşadılar. Ve bilgi depolayarak, bilgi aktarımında bulundular. Bugün halen onların bize karşı yarattığı bu büyük güçle cebelleşiyoruz. Ve halende birçok şeyin farkında değiliz. Kimimiz Allah'ı aldatmakla meşgul, kimimiz parti kongreleri ile uğraşmaktan bunları düşünmeye vakit bulamıyor, kimimiz mezhep mücadelesi veriyor, kimimiz yüzyıllardır din tacirliği ile geçinenlerden medet umuyor, kimimiz kendi gemisini kurtardığına seviniyor...
Oysa karşımızdaki güç; lambasını 24 saat, 365 gün açık tutarak, kazandıklarını kaybetmemek ve daha fazla kazanmak için amansız bir mücadele veriyor. Sizce bu mücadelenin kazananı şimdiden belli değilmi?
 
Özcan PEHLİVANOĞLU
Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi (RUBASAM)
Başkanı




 

Kenan Evren'i Yargılamak

                                                                                                              Abbas GÖKÇE
                                                                                                        
Kurucu Meclis ve Danıştay
                                                                                                                                                E. Üyesi

      12 Eylülde yönetime el koyan, Genelkurmay Başkanı ile onun arkadaşlarının yargılanması için, yargının yaptığı soruşturma sonuçlanarak, bu gün hayatta kalan Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya'nın,  yargılanması için açılan dâva bu gün ilgili ağır ceza mahkemesinde yargılama aşamasına gelmiştir.

      İddianamede bu iki kişi hakkında da müebbet ağır hapis cezası istenmektedir.

      Demokratik rejimlerde ordunun, yasal yollarla yönetime gelmiş bulunan bir iktidarı hedef alarak darbe yapmış olması savunulamaz. Bunun bir suç olmadığını da iddia etmek mümkün değil. Ancak çaresizlik ve zaruretin yeni ihtiyaçların anası olduğu unutulmamalıdır.

      12 Eylül öncesini bilmeyen veya yaşamayanlar bu gün; bir demokrasi havarisi kesilerek rahat bir hükümle Kenan Evren ile arkadaşının yargılanmasına neredeyse zil takıp oynamaktadırlar. Bu dâvada kandırılarak müdahil olmak için iktidar ve ana muhalefetin yanında binlerce gafil de; mal bulmuş mağribi gibi kuyruğa girmiş bulunmaktadırlar…

      Şimdi gelin de 12 Eylül öncesine bir göz atalım.

      1980 öncesi; Türkiye'de düzen bozulmuş, "Devrimci" ve "Ülkücü" adıyla Türkiye ikiye bölünmüş,anarşi başını alıp, gitmiş, vatandaşın mal ve can emniyeti kaybolmuş ve tüm anayasal düzen ile dirlik  şirazesinden çıkmış bulunuyordu.

           Sürekli sağ - sol çatışmaları yaşanmaktaydı. Ülkemiz yasa dışı örgütlerin eline geçmişti. Okullar,   da bu güçlerce paylaşılmıştı.Karşı görüşte olanların okula gidip, gelmesi imkânsızlaşmıştı. Polis bile; Pol-der ve Pol-bir adlı kuruluşlarla ikiye ayrılmıştı.

     Komşu iller birbirine düşman kesilmiş, seyahat dahil, bütün anayasal özgürlükler ortadan kalkmıştı.

        Her gece köyler basılıyor, her gün 30-40 kişi öldürülüyor, ana-babalar öğrenci olan çocuklarının akşam eve sağ, salim dönüp, dönemeyecekleri endişesini taşıyordu.

      Başta olanlar iktidar gücüne rağmen bu kaosa dur diyemiyorlardı!.. Kısacası bu terör ve anarşi yüzünden Türkiye elden gidiyordu. Buna  " Dur!.." diyebilecek kimse yoktu… Herkes ümidini yitirmişti… Herkes bir kurtarıcı arıyordu. İktidar buna muktedir değildi.

       Bütün çareler tükenip, Türkiye bu anarşi içerisinde bocalarken 12 Eylül 1980 tarihinde Atatürk'ün şerefli ordusu onun adına yönetime el koyarak her şeyi rayına oturtmaya çalışmıştı. 

      12 Eylül harekâtından hemen sonra; derhal Türkiye'de o vahim manzara değişmiş ve bütün Türkiye, haftalarca bayram etmiş, o meşum anarşi ve kaostan kurtulunca tüm Türk basını da istisnasız buna alkış tutmuştu ve artık herkes yarınından emindi. O günlerde ben de Evren Paşa için şunları yazmıştım:

       " Evren Paşa, Evren Paşa!.. / Şimdi senin devran paşa!../ Dikkat seni yanıltmasın /  Yanın, yören. çevren Paşa!../ Ne Demirel, ne Ecevit; / Bu millete sensin ümit…/ Ürüse de binlerce it; / Yürüyecek kervan Paşa!..

       O günlerde Anayasa ve yasaları yapmak üzere,  devrimci paşaların oluşturduğu "Danışma Meclisi", bozulan hukuk düzenini de rayına oturtmaya çalıştı. 

           Kurucu bir meclis olan "Danışma Meclisi" nde ben de Kars Üyesi olarak görev almıştım. O meclis Atatürk ilke ve devrimlerine son derece bağlı bir kuruluştu. Hiçbir zaman Konsey'den emir almamış ve kendi inisiyatifini kullanarak, o günün şartları içinde en demokratik Anayasa'yı hazırlamıştı.       O zaman yasalar Danışma Meclisi'nde görüşülüp kabul edildikten sonra Milli Güvenlik Konsey'ine gönderilirdi. (Evren Paşa ve arkadaşları)

       Biz de Anayasayı tamamlayarak oluşturduğumuz Anayasa metnini oraya gönderdik. Mili Güvenlik Konseyi,   Bizim hazırladığımız metne 15 geçici madde monte ederek, kabulü için halkoyuna sundu. İşte  geçici maddelerin de eklenmiş bulunan o  Anayasa, Türk Seçmeninin % 91,37 oyuyla kabul olundu.

       Tüm  Anayasaya ile birlikte, kabul edilen geçici maddeler arasında kısaca şu hüküm de vardı:

       " Millî Güvenlik Konseyinin, onun hükümetlerinin, Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz."

       Bu açık hükme karşın; iktidar yargıyı da ele geçirmek yanında bir takım siyasi emel ve yatırımlar hülyası içinde; kendi yaralarına değiştirmek istedikleri Anayasa maddelerini kamufle ederek, halka 12 Eylülü yargılamak yutturmacasıyla Anayasa değişikliklerini gerçekleştirdi.

       Oysa bu konuda, daha önceki suç duyuruları için; savcılarca,  geçici 15. madde gerekçe gösterilmiş ve başka bir işleme gerek kalmadan takipsizlik kararı verilmişti.

       Şimdi bu gün Evren Paşa yargılanıp, mahkûm olacak diye sevinip de kına yakanlar, hukukun üstünlüğü ve hukuki gerçekler açısından dut yemiş bülbüle döneceklerinden kimsenin kuşkusu olmasın. Zira:

      ● Bizim de, hiç demokratik bulmadığımız geçici  15  madde de; tüm Anayasa ile birlikte 18 Ekim 1982 tarihindeki referandum ile kabul edilerek yürürlüğe girmiştir.

       1982 Anayasası, % 91.37 oyuyla kabul edildi. Bu oran 1961 Anayasasının %61.5 olan "evet" oylarına göre çok yüksek bir kabul düzeyini yansıtmaktadır.  Bu yüksek kabul oranının sebepleri arasında; 1980 öncesi kaos ve terörünün halkta derin izler bırakması, şiddet olaylarına tepki, eski siyasî iktidarlara güvensizlik ve referandumum sonucunun "hayır" çıkması halinde olacakların belirsizliği sayılabilir. 

      Kaldırılması referandum sonucu kabul edilmiş olmasına rağmen; geçici 15 maddenin kaldırılmış olduğunu kabul etmek bir hayalden başka bir şey değildir.  

     ● O maddenin kaldırılmış olduğu bir anlık kabul edilse bile; ortada isnat olunan her türlü suçu silebilecek bir zaman aşımı vardır, zaman aşımı!.. Kırk yıla yaklaşan bir zaman aşımı!       

      Hukukun temel prensiplerini ve yasalarda öngörülen süreleri nazara almadan bu yargılamayı yaparak sonuçlandırmak gerçekçi olan hiçbir hukuk adamı ve hâkime yaraşmayacağı açıktır.

       Kenan Evren'i yargılamaya başlayan bu zihniyet; bir gün de " Padişahımız Vahdettin'e darbe yaptı " gerekçesiyle Atatürk'ü yargılamaya kalkarsa, hiç kimse hayret etmesin!..

 



DUMLUPINAR DENİZALTISI "VATAN SAĞOLSUN"

 

1953 yılı… 3 Nisan'ı 4 Nisan'a bağlayan gece, Dumlupınar denizaltısı Ege'de katıldığı NATO tatbikatından geri dönüş yolunda, Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giriyordu.

Haberin Eklendiği Tarih-Saat: 07 Nisan 2009 Salı 18:36

Dumlupınar Denizaltısı, Naboland şilebi, Çanakkale Boğazı, Nara Burnu

DUMLUPINAR DENİZALTISI

"Vatan Sağ Olsun!"

1953 yılı… 3 Nisan'ı 4 Nisan'a bağlayan gece, Dumlupınar denizaltısı Ege'de katıldığı NATO tatbikatından geri dönüş yolunda, Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giriyordu. Sisli ve rüzgârlı gecede su üstü seyri yapan denizaltının rotası Gölcük'teki Denizaltı Komutanlığı ana üssüydü. Dumlupınar; manevralar boyunca iki gün sualtında kalmış, üstün başarı gösteren gemi personeli yerli yabancı tüm komutanların takdirini kazanmıştı.

Yorgun, ama bir o kadar da gururlu 86 denizci, kendilerine yeni bir görev verilinceye kadar sevgilileri olan denizden ve gemilerinden ayrılıp, eşlerine, ailelerine kavuşmanın heyecanı içerisindeydiler. Ne var ki saatler 02.15 i gösterdiği sırada, Çanakkale Boğazı'ndaki Nara Burnu dönülürken, Türk denizaltıcılık tarihinin belki de en acı kazası yaşandı. Dumlupınar, İsveç bandıralı Naboland Şilebi ile Boğaz ın orta yerinde çarpıştı.

Dumlupınar'ın parçalanan baş bodoslamasından hücum eden karanlık sular, baş üstü dikilen koca denizaltıyı 81 denizciyle birlikte birkaç dakika içinde yutuverdi. Zıpkın yemiş bir balina gibi acı dolu sesler çıkaran Dumlupınar son dalışını yaparken, çarpışma sırasında nöbet tuttukları köprü üstünden denize düşen 5 denizci hayatta kalmaya çalışıyordu...

Dumlupınar denizatlısının Naboland'la çarpışmasının ardından su üstünde 8 denizci sağ kalmıştı ancak bu sayı kısa bir süre sonra 5'e düştü. 2 gözcü, Er Hüseyin Akış'ın gözleri önünde Naboland'ın pervanesinde parçalanarak can verdi. Bu şoku atlatamadan arkadaşı Astsubay Şaban Mutlu\'nun cesedi akıntıyla kucağına geldi. Bu sırada gemi komutanı Yüzbaşı Sabri Çelebioğlu, Üsteğmen Hasan Yumuk ve Üsteğmen Kemal Ünver de dalgalarla boğuşuyorlardı. Hüseyin İnkaya da büyük bir gayretle balıkçı teknesi zannettiği ışıklara doğru yüzdü; ancak yanılmıştı…

O günkü teknik ve imkânlarla çok uğraşılmasına rağmen gemiyi ve içindeki 81 kişiyi çıkartmak mümkün olmamıştı. O gün için Türkiye nin elinde 91 metre derinlikten bu denizaltıyı çıkartacak imkânlar yoktu. Denizaltı battıktan sonra battığı yerin bulunabilmesi için aşağıdan bir haberleşme şamandırası fırlatmıştı. Bu şamandıranın içinde irtibatı sağlamak için bir de telefon hattı vardı. Şamandırayı bir balıkçı motoru görmüştü. Şamandıranın içinden bir de telefon ve bir yazı çıktı: "Dumlupınar burada battı, kapağı açın ve irtibat kurun! '' .

Günün ilk ışıkları etrafı aydınlattığında, Boğaz\'ın 90 metre derinliğindeki soğuk karanlıkta korkunç bir can pazarı yaşanıyordu. Aldığı yara sonucu batan ve manevra dairesinde yangın çıkan Dumlupınar'ın kıç torpido bölümündeki 22 denizci sağ kalmayı başarmış, kurtarılmayı bekliyordu.

Facianın üzerinden yaklaşık dört saat geçmişti. Denizaltının yerini belli eden ve kazazedelerle telefon irtibatı sağlamak üzere yüzeye bırakılan denizaltı battı şamandırası balıkçılar tarafından bulunmuştu. Konuşma gemidekilerle bu telefon vasıtası ile yapılıyordu, radyo işte bu konuşmayı veriyordu, kalabalık bunun için toplanmıştı. İlk telefon bağlantısında "Oğlum merak etmeyin... Sizi kurtaracağız... '' .

Herkes ağlıyordu, dakikalar geçiyor kurtarma çalışmaları sonuç vermiyordu, aşağıdan konuşmalar, ezan ve tekbir sesleri geliyordu, Kurtaran Gemisi kazadan on saat kadar sonra olay yerine gelmişti ve çalışmalar başlamıştı, akıntı çok kuvvetliydi dalgıçlar 11 dalış yaptılar ve kurtarma halatını denizaltıya bağlamaya çalıştılar. Fakat teknik yetersizdi, en son dalgıç 80 metreye kadar inebildi ve baygın halde yukarı aldılar. 15 saat sonra basınç odasında hayata döndürüldü. Hâlbuki gemiye ulaşmaya daha 11 metre vardı; başarılamadı.

Baba ne olur gitme…"

Berke İnel - Şehit Astsubay Sait Yıldırım'ın kızı: "O gün okula gidecektim. Tam çıkacağım sırada geriye döndüm ve koşa koşa babamın yanına gelip sarıldım. 'Babacığım ne olur gitme. Ben senin gitmeni istemiyorum.' dedim. Bana dönerek 'Gitmem gerek. Bir gün anlayacaksın. Vazife çok kutsaldır ve ben bir askerim gitmem gerek.' dedi. Gidiş o gidiş… '' .

Bütün çabalar sonuçsuz kaldı…

Radyo ve gazeteler vasıtasıyla facia haberleri kısa zamanda tüm yurtta duyuldu. Milli Savunma Bakanlığı'nın yayınladığı 7. ve son tebliğ ise tüm ümitleri tüketti: "Çanakkale de Nara önünde batan Dumlupınar denizaltı gemisinde kalmış olan personelin kurtarılmasından tamamen ümit kesilmiştir '' .

İnatla akan sular kazandı…

Kazadan yaklaşık on saat sonra olay yerine gelen Kurtaran gemisi personeli aşağıdaki arkadaşlarını kurtarmak için büyük gayret gösterdi. Ancak daha çalışmanın ilk adımında denizaltının battı şamandırası koparıldı ve Dumlupınar la irtibat kesildi. Çan kılavuz teli olmayan denizatlıya ulaşmak daha da imkânsız bir hal aldı. O anı yaşayanlardan Dalgıç Astsubay Yılmaz Süsen; "Eğer Dumlupınar ın şamandırası kopmasaydı dalgıçlar telefon kablosuna tutunarak aşağıya inecek ve Kurtaran gemisindeki çan telini denizaltının kurtarma kapağına takabilecekti. Ancak şamandıranın teli kurtarma çalışmalarının ilk adımında koptu '' .

Denizcileri kurtarma şansı kalmadı...

Eğer Dumlupınar'ın şamandırası kopmasaydı dalgıçlar telefon kablosuna tutunarak aşağıya inecek ve Kurtaran gemisindeki çan telini denizaltının kurtarma kapağına takabilecekti ama olmadı.

Aşağıdan gelen son sesler: 
— Alo Dumlu.
— Evet, Dumlu.
— Ben Üsteğmen Suat.
— Evet, efendim ben Selami
— Selami nasılsınız, biz geldik, şimdi bana durumu anlat. 
— Efendim dizellerden yara aldık, manevra dairesinde yangın çıktı, bataryayı 
sıfıra alarak kıç torpido dairesine geçtik, şimdi manevra dairesi su ile dolu.
— Kaç kişisiniz orada?
— 22 kişiyiz.
— Diğer dairelerle irtibatınız var mı?
— Yarım saat evvel kıç batarya dairesi ile konuştum, şimdi cevap vermiyorlar.
— Merak etmeyin 'Kurtaran' geldi biz buradayız.
— Efendim manometre 267 kadem gösteriyor doğru mu?
— Selami Kurtaran geldi şimdi kurtarma işine başlanıyor, ben biraz sonra yine gelirim.
— Peki efendim...

Denizaltındaki subay ve astsubay ve erlerin tümüne korkunç gerçek söylendi; kendilerini su yüzüne çıkaramayacaklarını buna imkân olmadığını bildirildi. Artık kendilerine başta söylenen "gerekmedikçe konuşmayın ve sigara içmeyin '' telkininin yerine "konuşabilirler, türkü söyleyebilirler ve isterlerse sigara da içebilirler '' denildi. Bunu duyan kahraman denizcilerimizin son sözleri "Sizler sağ olun! Vatan sağ olsun! '' oldu. O andan itibaren oksijen bitinceye kadar 72 saat hayatta kaldılar ve "Ah, bir ataş ver cigaramı yakayım, sen sallan gel ben boyuna bakayım… '' türküsünü söyleyerek büyük bir tevekkülle son nefeslerini verdiler.

Son sözleri "Vatan Sağ Olsun! '' diyerek şehit olan 81 denizcimiz bugün Çanakkale Boğazı nın derinliklerinde ebedi uykularındalar.

Vatan sağ ve onlara minnettardır, huzur içinde uyusunlar!

'Dumlupınar ismi uğursuz mu?

1931 yılında hizmete giren İtalyan yapımı 1. Dumlupınar denizaltısı Karadeniz'deki bir tatbikattan dönerken dümeni arızalanmış ve Haydarpaşa'da bir gaz tankeriyle çarpışmıştı. 1950 yılında hizmete giren 2. Dumlupınar S–329 (Ex USS Blower, SS 325); 4 Nisan 1953 tarihinde Nato tatbikatından dönerken, Çanakkale Nara burnunda İsveç bandıralı Naboland gemisiyle çarpıştı ve 81 denizcimizin çelik mezarı oldu. 1972 yılında hizmete giren 3. Dumlupınar S–339 (Ex USS Cayman, SS 323); 1 Eylül 1976 tarihinde Marmara'dan Çanakkale Boğazı'na gireceği sırada Sovyet bandıralı Sızik Vavilov gemisiyle çarpıştı. Denizaltı mucize eseri batmaktan kurtuldu, ancak daha sonra tersanede tamirdeyken yandı. Ve bundan sonra hiçbir gemi veya denizaltına Dumlupınar adı verilmedi.

Dumlupınar denizaltısına batışından 5 yıl sonra bir deneme dalışı ile zar zor inilebilmiştir. Kazadan elli yıl sonra gelişen sualtı teknolojisi böylesi zor dalışlar için yeterli gelişmişliğe ulaşmış ve bir belgesel çekimi için 'Dumlupınar a inilmiştir. 30 Mart 2003 tarihinde Dumlupınar a inen ekip resimler çekmiş 'Vatan Size Minnettardır yazılı bir onur plaketini de gemiye çakmışlardır… Her yıl 4 Nisan da İstanbul, Çanakkale ve Gölcük te Dumlupınar şehitlerini anmak için tören düzenlenir ve denize yeşil çelenk bırakılır.

Şimdi, "Ah, bir ataş ver cigaramı yakayım… '' türküsünü dinleyerek onları unutmadığımızı bir kez daha gösterelim.


From: esin ayral <>


 
 
 OSMANLI CELLATLARI

image0013.jpg

Osmanlı'da adam asmak, boğmak ve kelle kesmek, bir ceza şekliydi ve bunun için de sarayda her zaman cellatlar bulundurulurdu. Bir gurup cellat, padişah ve diğer yüksek rütbeliler için her an hazır durumda beklerlerdi. Genellikle Hırvat dönmeleri veya çingenelerden seçilen cellâtlar, 15. yy dan itibâren kullanılmaya başlanmıştı. 16. yy da padişahın özel koruması olan dilsizler, aynı zamanda cellât vazîfesini de görürlerdi. Dilsizler, pâdişâhın en küçük bir işâretinin dahi ne anlama geldiğini çok iyi bilirlerdi. Sağır ve dilsizlere bu vazîfenin tevdî edilmesi, mahkûmun son çığlıklarını duyup etkilenmemesi ya da kurbanın yalvarmasıyla merhamete gelmemesi içindi.

Bostancıbaşı, cellâtların başıydı. Balıkhâne Kasrı ise, îdamlık siyâsî mahkûmların îdam edilmeden önce üç gün bekletildikleri zindan. Bu mekân, Gülhâne Parkı'nın sâhile yakın kısmında bulunan kızıl renkli, büyükçe bir kasırdı. Îdamlık mahkûmlar, önce bu kasra gönderilirler, haklarında verilen karar Dîvân-ı Hümâyun'da tekrar görüşülüp suçu sâbit olduğu ve ölümü hak ettiği anlaşılırsa, mahkûm üçüncü gün îdam edilirdi. Böylelikle Osmanlı sultanları, anlık bir öfke ve yanlış bir kararla bir mâsumun kanına girmemiş oluyorlardı. 
Üç gün boyunca âkıbetini bekleyen mahkûmun, affedilmesi için dua etmekten başka elinden bir şey gelmezdi. Üçüncü gün sonunda zindanın demir kapısı açılır ve elinde tepsiyle, insan azmanı bostancıbaşı görünürdü. Tepsideki bir kadeh şerbeti mahkûma sunmak için gelen bostancı, saygıda kusur etmezdi. Sessizce içeri girer, saygıyla şerbeti sunardı. Genellikle pek konuşma olmazdı aralarında. Buna gerek de yoktu zâten. Zîrâ mahkûm, bostancıbaşının getirdiği kadehin renginden âkıbetini anlardı. Eğer şerbet, beyaz kadehle gelmişse affedildiğine, kırmızı kadehle gelmişse îdam edileceğine işâretti. Kadeh beyazsa mahkûmun yüzüne kan gelir, rahat bir nefes alarak şerbetini içer ve yine bostancıların nezâretinde kendisi için sâhilde, yalı köşkünün önündeki bostancı kayıkhânesinde hazırlanmış çektiriye binerek, sürgün edildiği mekâna doğru yol alırdı. Zîrâ îdamdan affedilmenin karşılığı sürgündü. Ve beyaz kadehin mânâsı da bu idi. Kızıl kadehe gelince? Ölüm demek olan kızıl renkli kadehi görür görmez mahkûmun yüzündeki kan çekilir, beti benzi atar, suratı bembeyaz kesilirdi korkudan. Zîrâ az sonra içeceği buz gibi şerbet onun ecel şerbeti olacaktı.

Keramet Kavukta
Sultan II. Mahmut'un sadrazamı Mehmet Emin Rauf Paşa da Balıkhâne Kasrı'na kapatılanlardan. Hâlet Efendi'nin hışmına uğrayıp 1818 de 3 gün bu kasrın karanlık odasında ecel teri döktükten sonra, endişeyle âkıbetini beklerken, zindanın demir kapısı açılmış, Bostancıbaşı elinde tepsi, içeri girmişti. Rauf Paşa korkuyla tepsideki kadehin rengine baktı evvelâ. Paşa'nın, karşısında bostancıbaşıyı gördüğü an geçirdiği şok ve müthiş ölüm korkusu sebebiyle erkekliğini dahi kaybettiği meşhurdur. Sultan Mahmut, affettiği yakışıklı sadrazamına iltifatta bulunmuştu:
"Kallâvî kavuğun böylesine yakıştığı bu başa nasıl kıyılır?" demişti.
Rauf Paşa zâten affedilecekti. Lâkin padişah bunu lâtif bir sebebe bağlayarak iltifatta bulunmuştu. Böylece Rauf Paşa, başına kallâvî kavuk ( sadrazam kavuğu ) çok yakıştığı için îdamdan kurtulan sadrazam olarak târihe geçti.

image0023.jpg

Cellat Çeşmesi

Sarayda verilen ölüm cezaları, Topkapı Sarayı bahçesinde bulunan bir çeşmenin önünde infaz edilirdi, cellatlar infazdan sonra kanlı baltalarını ve ellerini burada yıkarlardı, bu çeşmenin sağında ve solunda kesilmiş kafaların teşhir edildiği kelle taşları vardı bu taşlara ibret taşları da denirdi.

Bu çeşmenin bir adı da cellat çeşmesi veya siyaset çeşmesi idi, cellatların kaldığı yer ise çeşmenin bulunduğu duvarın arakasındaydı. Bu çeşme halen Topkapı Sarayı'nın ön bahçesinde bulunmakta, her gün önünden ne olduğunu bilmeden yüzlerce kişi geçmektedir. İnfazlar bazen de Yedikule Zindanları'nda yapılırdı.

İnfaz şekilleri, yani öldürme şekilleri, kişinin konumu, mevkii, rütbesine ve işlediği suça göre değişirdi. Osmanlı sultanları ve şehzadelerinin kanı dökülmez, yay kirişi, ip ve kementle boğularak öldürülürlerdi. Bu öldürme şekli Türklerin Müslüman olmadan önceki inanışlarından kaynaklanmaktadır. Hükümdar ve ailesi yönetme yetkisini Tanrıdan almıştır. Bu nedenle kanları kutsaldır. Bu gelenek İslamiyet'e geçildikten sonra da devam etmiş, Osmanlı padişah ve şehzadeleri de boğularak öldürülmüştür.

İnfaz edilecek halktan biri ise, kelle kesme şekli uygulanırdı. İstanbul dışında, imparatorluğun uzak vilayetlerinde idam edilen devlet adamlarının öldürüldüklerini ispat etmek için, kesilen başları meşin bir kırbaya (torba) konur, torba balla doldurulur (bozulmaması için), İstanbul'a getirilir, gümüş bir tepsinin içinde padişaha sunulur, beden ise öldürüldüğü yere gömülürdü.

Bu nedenle, başı başka yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar çoktur.. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı ile başı kesilen ve bir bal torbası içinde İstanbul'daki sultana gönderilen ve sonrada denize atılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa idi.

Bu kesilen başlar bazende Topkapı Sarayı'nın ilk giriş kapısına asılır halka gösterilirdi. Bu kapı sarayın en dıştaki ilk kapısıdır, kesik başların konulduğu oyuklar halen durmaktadır. Kafalar üç gün kalırdı burda, bazen yüzlerce kafa olurdu.

Kelle koltukta
Cellatlar, Müslüman olan kişilerin infazdan sonra başlarını, cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına koyardı. Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri, kelle koltukta geziyoruz ifâdesini sıklıkla kullanırlardı.

Öldürülenin üzerinden ne çıkarsa celladın.
Öldürülen kişinin cesedi ve üzerindeki kıymetli eşya, para ve giyecekleri cellatın malı sayılırdı. Cellat cesedi isterse atar, isterse ölünün sahiplerine mevki, rutbe ve konumuna göre parayla satardı

Osmanlı'da halk, İslam dininin adam öldürmeyi yasaklaması, can alan bu kişilere toplum tarafından hoş bakılmaması nedeniyle, bir çok insani duygu ve özelliklerden yoksun olan, acıma, merhamet, sevgi hisleri bulunmayan cellatları mezarlıklarına almamış, kendi aralarına gömülmelerini istememiştir. Bu nedenle, Osmanlı cellatlar için İstanbul'un en ücra yerinde mezarlık yapmış ve cellatlar halktan ayrı olarak buraya gömülmüştür.

image0032.jpg

İsimsiz mezarlar

Cellatların mezar taşlarında hiçbir yazı ve işaret bulunmazdı. Bu, öldürülen kişinin geride kalan yakınlarının, bunları mezar taşlarından bulup, mezarlarını tahrip etme eş ve çocuklarına kötülük veya başkaca bir hatalı tutum ve davranış içinde olmamaları için alınan bir koruma önlemi olsa gerektir. Böylece en azından, cellat baba seçmeme şansı olmayan günahsız çocukların kimler oldukları, varsa annesi, babası, akrabaları bilinmeyecek, cellat yakınları diye dışlanmayacaktır.


 

__._,_.___
               


--
BENiM MANEVi MiRASIM BiLiM VE AKILDIR!
 
"Ben, Manevi Miras olarak hiçbir Ayet, hiçbir Dogma,
hiçbir Donmuş ve kalıplaşmış Kural bırakmıyorum.
Benim Manevi Mirasım Bilim ve Akıldır...
 
Zaman süratle ilerliyor, Milletlerin, Toplumların,
Kişilerin Mutluluk ve Mutsuzluk anlayışları bile değişiyor.
Böyle bir Dünyada, asla değişmeyecek Hükümler getirdiğini
iddia etmek, Aklın ve İlmin gelişimini inkar etmek olur...
 
Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim
ve Başarmaya çalıştıklarım ortadadır.
Benden sonra Beni benimsemek isteyenler,
bu temel eksen üzerinde Akıl ve İlmin rehberliğini
kabul ederlerse, Manevi mirasçılarım olurlar."
 
ℂ⋆ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ℂ⋆
 
Grup mail adresi: makarna@googlegroups.com - Grup yöneticisi: makarna+owner@googlegroups.com - Grup anasayfa: http://groups.google.com/group/makarna - Gruba üyelik: makarna+subscribe@googlegroups.com - Grup üyelik iptal: makarna+unsubscribe@googlegroups.com

Blog Arşivi